Uzun bir trenin son vagonundasın…
Başını cama yaslamış uzun yolun gidişatında…
Bir süre sonra yan yana, sıralı halde aralarında bir tek ağacın, yeşilin tonlarında eser kalmamış apartmanlar bitiyor… Kasvetli şehrin havasından git gide uzaklaşıyorsun. Anlıyor sun ve anlıyorsun ki, ondanda vazgeçiyorsun… İstanbul’un kasvetli havası gibi, hem nefret edip hem de bir türlü terk edemediğin şehir gibi… Küçücük dükkânın önündeki demir yığınları, hemen yanında parçalanmış ya da kaza yapmış araçlar. Demirden mezarlık gibi, sahi kaç insan ölmüştür ya da sıkışmıştır bu hurda araçlar içinde? Gözünde büyüyor trafik canavarına verilmiş kurbanlar… Bir sonraki dükkânın önünde ve duvarında mermer taşları sıralanmış. Derme çatma bir yere benziyor. Ve bir mermerin üzerindeki isim gözlerine ilişiyor. “Meryem’de doğma, Hüseyin oğlu,(…) Acaba diyorsun benim gibi bu adaşımda mı sevdaya kurban gitti? Gitsin be fani dünya, cennetime saklarım sevdamı diye of çekiyorsun.
Çoktan şehri terk ettiniz.. Kasvetli gri kentten ve çevreyolundaki demir, hurda salaş görüntülerden uzaklaşıyorsun.. Derme çatma binalar, tek katlı, bazılarının çatısı saçla, bazılarının üstü ise, kiremitle kaplı.. Ağaçlar sıra sıra yol boyunca, köy ortalarında ise küme küme… Sanki bir ressamın tuvalinden çıkmış gibi… Köyün dışında bazı tarlalarda tek tük de olsa bir ya da iki tarlada birer ağaç ve gölgesinde serinleyen rençperler… Sırtına bir kuşakla bebek bağlayan kadınlar ve alnından boncuk boncuk bağrına akan emek teri. Terlerini göremiyorsun ama anlıyorsun, ellerinin tersiyle sıvazlayarak toprağa akıttıklarında…
Uzaklara dalıyorsun, çok uzaklara, sıra sıra, akıp giden telgraf ve elektrik telleri… Direkler arasında alçalıp, yükselen teller ve bu teller üzerinde kırlangıç kuşları… biliyorsun ki kırlangıç kuşları güneşin batışı vakitlerinde uçar.. Uzun aralıklı uzayıp giden, direklerin orta kısmındaki teller alçalıp sonra direklere yakın yerlerde yükseliyor.. Ufukta güneş bir alev topu gibi görünüyor… Kızıl, kıpkızıl, portakal gibi… Gölgesinde serinliyorsun… Grup halinde uçan kırlangıçlar elektrik telleri üzerine konuyor, sıra sıra, ipe mandalla asılmış çamaşır gibi… Kızıllık yansıyor kırlangıçlar üzerine, tek ayak ya da iki ayaküstünde tellerin üzerinde yerden yüksek, zirvede… derken tek ayak zerinde duran kırlangıcın biri düşer gibi oluyor ve küçük kanatlarını çırpıyor, uçuyor izliyorsun; güneşin kızıllığına karışınca da daha fazla bakamıyorsun, gözlerin kamaşıyor.. Telin sallanmasıyla diğer kuşlarda eşlik ediyor. Bir süre sonra yüzlerce kırlangıç aynı anda göğe havalanıyor. Sonra tekrar grup halinde tellere konuyor..
Hiç bitmesin bu manzara diyorsun… Hiç!
Sessiz kızıllığın, rengini bozdu bir avcı! Ve bir kırlangıç sırt üstü toprağa yığılıp kalıyor… Ama ama nasıl olur? Diyorsun.. Kendine geliyorsun bir anda.. Sarsılıyorsun… Ama kırlangıçlar avlanmaz ki, vurulmaz ki? “Bende” Diyorsun. İşte bende tam da böylesine bir ihanetle vuruldum. Sevda yüklü kervan misali, göçüp gidiyorum sevdiğim, senden uzak diyarlara…
Ulviye Ay 25/01/11 |